AKP’nin on yıl sonra tekrar depreşen iki aşkı var. Biri ülke içindeki “demokratikleşme” aşkı, diğeri dışındaki “ümmet” aşkı. Elbette her geri dönüş, bir öncekinin kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemiyor. Ya da gençlerin tabiriyle: “Ex’ten next olmaz.”
Büyük hareketliliğin yaşandığı herhangi bir jeopolitik aksiyonun nedenini anlamak isteyen kişi, önce paranın izini sürmeli.
Bu tabii ki her zaman mümkün olmuyor. Zira sürekli ve yoğun bir dezenformasyon politikasının gölgesinde, iz sürmek büyük bir maharettir. Durum böyle olmasaydı dahi, kapalı kapılar ardında ne gibi planlar yapıldığını öğrenmek mümkün olmadığı için, çoğu zaman elimizdeki bilgi kırıntılarıyla akıl yürütmek zorunda kalıyoruz.
15 Ekim 2024 tarihinde Devlet Bahçeli beklenmedik bir şekilde “Abdullah Öcalan’a özgürlük” çağrısı yaptığında, herkesin kafası haklı olarak karıştı. Bu Bahçeli’nin demansa göz kırpan manasız çıkışlarından bir diğeri miydi, yoksa AİHM ve Avrupa Parlamentosu’nun sıkıştırması sonucu bir aksiyon mu alınmak zorunda kalınmıştı, yahut gerçekten Bahçeli iddia ettiği gibi “toplumsal barış ve gelecek nesiller için” kızılcık şerbeti içmeyi mi göze almıştı, bu ve bu tip türlü senaryo gündeme geldi.
Oysa ki Soru Her Zaman Basittir: Para Nerede?
Benim için soru, yazının ikinci paragrafındaki önerme doğrultusunda basitti. AKP-MHP iktidarının bu işten maddi çıkarı ne?
Bahçeli’nin çağrısının üzerinden uzun zaman geçmemişti. 5 Kasım 2024’te gerçekleşen ve neticesi önceden az çok kestirilmiş olan ABD seçimlerinin sonuçlanması ve rakibi Joe Biden’a kıyasla Ortadoğu’da “fiilen” at koşturmak konusunda çok da istekli olmayan Donald Trump’ın seçimi kazanması, bölgede işleri yürütecek bir “taşeron” gerekliliğini tekrar doğuruyordu. Yani on yıl önceki “Arap Baharı”nın başarısızlığıyla yarım kalan Büyük Ortadoğu Projesi, bir B Planı ile tekrar meydana serildi. Zira ABD’nin “Şii Hilali” olarak adlandırılan bölgede hakimiyeti devralma iddiası geçmiş değil. İsrail’in “varlık hakkı” için yaratılmak istenen güvenli bölge ihtiyacı da.
Değişmiş olan tek şey, Erdoğan’ın ABD ile gerildiği dönemde Rusya ile yakınlaşıp, çıkarının azaldığı noktada tekrar eski rotasına dönüşü. Türkiye’nin ABD ile geçmiş uzlaşısına kıyasla elinin güçlü olup olmadığı ise belirsiz.
Yine de ne tesadüftür ki ABD seçimlerinin gerçekleştiği 5 Kasım 2024’te, Abdulkadir Selvi’nin “Haftaya bambaşka bir gündemimiz olacak. Bunu laf olsun diye söylemiyorum” diyerek “Suriye’ye Operasyon” alt manşetiyle sızdırdığı haber görünümlü hükümet tasarısı, tahminimi biraz güçlendirmiş oldu. Erdoğan’ın yıllardır “eğitip donattığı” selefi cihatçı güçler, Esad’a karşı büyük bir girişimde bulunmak üzereydi.
Gerekçesi bir türlü anlaşılamayan “Öcalan’a Özgürlük” çağrısı ile ABD seçimlerine endeksli “Suriye’ye Operasyon” tasarısı kafamda örtüşmüştü. Anlaşılıyordu ki Erdoğan’ın Suriye’de Kürtleri karşısına alarak hareket etmek ve yanına alarak hareket etmek gibi, risk/kazanç rasyolarında ciddi fark olan iki senaryo arasında seçim yapma gerekliliği doğmuştu. Bu doğrultuda, doğulu liderlere özgü bir ödül/ceza stratejisi de uygulamaya alınmıştı.
Peki Kürt Siyaseti Bu Oyuna Gelir mi?
Öcalan nezdinde Kürtlere uzatılan “barış elinin” ne Türkiye’de “demokratikleşme” çabasıyla ilgisi olabilirdi, ne de mucizevi şekilde bir anda Kürtlerin “eşit yurttaş” olarak görülmeye başlanmış olmasıyla.
Bir emperyalist hareketlilik başlamak üzereydi; pragmatizmden başka hiçbir düşünme yöntemi olmayan Erdoğan ve “medya vekili” Bahçeli, Türkiye’de değil Suriye’deki olası gelişmeler için Kürtleri Öcalan kozuyla yanına çekme gayesi güdüyordu.
Elbette Kürtler, bu oyunlara kolay kolay kanmayacak kadar şerbetli bir siyasi geleneğe sahip. Dolayısıyla Erdoğan’ın çok kısa bir süre içerisinde, oldu bittiye getirerek uzattığı temelsiz ve dayanaksız Öcalan “havucu” da, yanıt alamadığında gösterdiği kayyım “sopası” da netice vermedi. Erdoğan’ın aceleci ve sığ planı bir anlamda yolda kaldı denilebilir. Netice itibarıyla Kuzey Suriye’de risk arttı, kazanç azaldı.
Yine de Olanlar Oldu
Yine de olanlar oldu, yıllardır eğitilip donatılan selefi cihatçı güçler, 12 günde neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan Şam’a yürüdü. Bu noktada, Suriye ordusunun fiili ve taktik kapasitesinin yeterli olmadığı aşikar olsa bile, Rusya ve İran’ın nasıl bu kadar kolay sahadan çekildiğine dair bir soru işareti de var; ama bu belki başka bir yazının konusu olabilir.
Biz asıl sorumuza geri dönelim. AKP-MHP iktidarının maddi çıkarı ne?
Zira bilindiği üzere, Suriye ne zengin karasal yeraltı kaynaklarına sahip, ne de stabil bir pazar olarak görülüp kuşatılabilecek bir ülke. Öyle ya, böylesi bir hareketliliğin yaratacağı bir ekonomik çıkar olmalı.
“Suriyelileri ülkesine yollamak” diye dile getirilen plan olasılığı da ağırlık teşkil edebilecek bir konu değil. Çünkü kamuoyundaki genel kanının aksine, Suriyelilerin Türkiye ekonomisine getirdiği yük, sağladığı kazançtan büyük değil. Çin’in küresel yükselişiyle başlayan uluslararası rekabette ucuz işçilik gereksinimi, Türkiye’de asgari ücrete mahkum edilmiş beyaz yakalı yığınların yanı sıra, mavi yakalı niteliksiz göçmenlerle de ciddi oranda karşılanıyor. Niteliksiz mülteci kabul etmek zaten iktisadi bir plandır; zira toplum burjuvalaştıkça mavi yakalı pozisyonlarda çalışmaya yatkınlık azalır, bu sorun da birçok diğer ülkede olduğu gibi -misal son 5 yılın ABD’si- genellikle niteliksiz göçmenlerin kabulüyle çözülür.
Sadede Gelelim
AKP-MHP bloğunun 15 Ekim 2024’te başlayan ve ucu Suriye’ye çıktığı anlaşılan süreçte çıkarının ne olduğu bu yazıda hala belirsiz gibi görünüyor; ama sadede geliyorum.
“Mavi Vatan” diye sembolleştirilmiş kıta sahanlığı meselesi. Her “vatan” masalında olduğu gibi, gizlenmiş bir finansal çıkar; deniz petrolleri. Önümüzdeki günlerde Türkiye ve Suriye arasında bir deniz yetki anlaşması imzalanırsa, Türkiye’ye ait arama gemileri ivedilikle Suriye kıta sahanlığında petrol aramaya başlarsa şaşırmamak lazım. Sanırım kilit noktalardan biri, en başından beri buydu.
Diğeri de elbette yüz yıllık hikaye, faşizmin lokomatif sektörü inşaat. Colani hoş görünmek için barışçıl mesajlar verecek, hem batı hem Arap dünyasından alt ve üst yapının iyileştirilmesi için uzun vadeli ve ucuz kredi Suriye’ye akacak, Türkiye’nin havuz müteahhitleri de Suriye’nin “demokratik ve şeffaf” kamu ihalelerini, eğitip donattığı ve iktidara yerleştirdiği güçlerden alarak, çıkar sağlayacak. En azından hesap böyle.
Önümüzdeki Süreçte Erdoğan’ın Suriye Sınavı
Yurttaşlar olarak, AKP-MHP bloğu tarafından çok da derin hesap edilmemiş fiili bir durumun içine itildik ve elimizden de bir şey gelmiyor.
Muhalefet partilerinin de bizim adımıza ne yapabileceği meçhul, zira kendi adına siyaset üretmekten uzak, edilgen yapılar. “İktidar ne yapacak” diye kulak kabartıp ona göre pozisyon almaya çalışmaktan artık vazgeçmeli, zira bir anı diğerine uymayan pragmatist bir lidere karşıtlık üzerinden üretilen her siyaset, o döndüğü anda çökmeye mahkum. Durup ne düşünüyorsan onu savunmanın vakti geldi de geçiyor.
Bu elbette Erdoğan’ın herhangi bir konuda başarılı olduğu veya olabileceği anlamına da gelmiyor. Misal şu fiili durumda, stabil bir “Suriye Sömürge Vilayeti” için Erdoğan’ın atması gereken çok adım var. Fakat tarihin gösterdiği bir gerçek varsa, Anadolu’daki son imparatorluk deneyimi olan Osmanlı’nın da kendinden öncekiler gibi en basit anlatıyla “çökmüş” ve “bitmiş” olması.
Suriye sınavında soru çok ve bunlar zorlu sorular:
- Erdoğan, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerle ödül/ceza basitliğinden öte, müzakerelere dayalı bir çözüme ulaşabilecek mi? (Genel planda uzlaşılsa dahi, bu konuda ABD ve Türkiye’nin farklı yaklaşımı mevcut. ABD’nin ambargo tehdidi de malum masada.)
- Rusya ve İran bloğunun Suriye’ye bir geri dönüş stratejisi söz konusu olur mu, olursa plan ne? (O dönüş fiili değil de misal enerji ithalatın başta olmak üzere ambargolar üzerinden gerçekleşirse ne olacak?)
- Dünya çapında “terör örgütü” olarak kabul edilen HTŞ’nin meşruiyet kazanması için Colani’yi Şara diye anmaktan, adama takım elbise giydirmekten daha ciddi bir relansman süreci izlenebilecek mi?
- Takım elbise göstergesi üzerinden “Demokrasi ve özgürlük” anlatısı karşılık buluyor olsaydı, Türkiye bir Suriye vilayetine ihtiyaç duymaksızın kendi de yabancı finansman bulabiliyor olmaz mıydı?
- Türkiye’de olamadı ya hani, ezkaza Suriye’de “mış gibi”lerden daha kapsamlı çabalar gösterilse dahi, yeniden inşa ve ihya için maddi destek vermesi beklenen ülkelerin çıkarları hesap edildi mi?
İşte böyle. Hükümetin iç siyasette ansızın yeşeren “Çözüm Süreci” sevdası da, dış siyasette attığı “Şam’dan sonra sıra Kudüs’te” naraları da, kısacası bitmeyen bu fırtınalı aşklar, hep finansman probleminden.
Mavi vatandan bir şey çıkar mı bilinmez ama, ana vatan kesin bitik.
24 Aralık 2024, Ankara